TOLSTOY VE HAYATIN ANLAMSIZLIĞI ÜZERİNE
Lev Tolstoy’la birlikte
“hayatın anlamsızlığı” dersine hoş geldiniz. Ders kitabımız Tolstoy’un
İtiraflarım adlı eseri. Öyleyse uzatmadan dersimize geçelim.
Tolstoy abimizin kafası
yaşamının sonuna kadar karışıkmış. Bunu anlıyoruz itiraflarından. Ama bu kafa
karışıklığı sürekli düşünme ve cevap arayışı esnasında değişen düşüncelerinin getirisi.
Ne düşünmüş bu adam yıllar boyunca?
Rusya sınırları içinde
doğan çoğu Rus gibi abimiz de Ortodoks Hıristiyan olarak vaftiz edilmiş. Ailesi
dönemin kalburüstü ailelerinden tabi Tolstoy’un. Dolayısıyla iyi bir eğitim
alma, bilgiye ulaşma ve entelektüellerle aynı ortamda takılma şansına sahip. Bu
imkânlarla birlikte farklı fikirlerle, farklı insanlarla tanışarak düşün okyanusuna yelken açmış.
İnançlı İnsan vs İnançsız İnsan
Tolstoy Abimiz
öncelikle insanların yaşamlarına bakıp kimin inançlı ya da kimin inançsız olduğunu
tahmin etmek zor diyor. İstisnasız her inançlı veya her inançsız böyledir
dememekle birlikte, genellemeye giderek bir inançlıyla bir inançsızı
karşılaştırdığınızda ortaya çıkan farklar inançlı kişinin lehine olmaz sonucuna
varıyor. Şöyle açıklıyor:
“Bugün olduğu gibi o gün de muhafazakar biri olduğunu açık açık söylemek ve itiraf etmek dar kafalı, zalim ve kendilerine büyük önem atfeden insanlar arasında rastlanan bir şeydi. Yetenek, dürüstlük, güvenilirlik, iyi huyluluk ve ahlaki davranışlar ise çoğunlukla inançsızlarda görülen özelliklerdendi.”
Manidar.
Şimdi benim değineceğim
mesele inançsız kişinin iyi huylu, dürüst vs. olması değil. İlahi bir zorlama
dışında iyi davranışlar sergileyen inançsızlar elbette hepsinin üzerindedir.
Fakat asıl irdelenmesi gereken soru şu: İnançlı olduğu hâlde, kötü şeyler
yaptıkları, tanrının istemediği şeyler yaptıkları takdirde
cezalandırılacaklarına (yakıcı ateş) inandıkları hâlde, nasıl olur da zalim bir
insan olma cesaretini gösterebilirsiniz? Akıl almaz bir durum bu. Oturun biraz
daha düşünün. Öyle bir cehennemin varlığını kabul edip bunları yapmak ya
gerçekten inancınızda samimi olmadığınızı ya da bir deli olduğunuzu gösterir.
Farkında Değilsin, Sen İnancını
Yaşamıyorsun
İnançlı insanın
çözülmesini şöyle açıklıyor Tolstoy:
“Devlet memurlarından, mezheplerinin eğitimini aldıklarına dair belge soruluyor. Ama bizim çevremizden olan biri eğitimini tamamladıktan sonra devlet memurluğuna girmediyse bugün bile rahat bir on-yirmi yıl Hıristiyanlar arasında bulunduğunu ve de Hıristiyan Ortodoks Kilisesinin bir üyesi kabul edildiğini unutarak yaşayabilirdi.”
Yani diyor ki adam,
devlet memuru olmak için mezheplerinin eğitimini aldığına dair belge
istiyorlar. Sen böyle bir ortamda devlet memurluğu yapsan bile yirmi yıl
boyunca Ortodoksların arasında yaşadığını fark etmezsin. Ne demek bu? Şimdi bakın bakalım çevrenize
hepsi inancının ne olduğunu anlatır, belgesini getirir. Sen onların
inançlarının ne olduğunu duyarsın ama yaptıkları hareketlerden onların ne bok
olduğunu anlayamazsın. İşin özü bu.
“… kabul edildiği varsayılan ve dış baskılarla desteklenen dinsel öğreti bilginin ve kendisiyle çelişen hayat deneyimlerinin etkisiyle gittikçe çözülmekte ve herhangi bir kişi kendisine çocuklukta verilen dinsel öğretiyi bozulmamış bir şekilde muhafaza ettiğini zannederek yaşayadururken aslında inancından geriye hiçbir şey kalmamış olmaktadır.”
Çevresinde gördüğü
Ortodoks Hıristiyanları birkaç küçük detayla anlatan aslan abimiz, okları
kendine çeviriyor. Arayışa başlıyor:
“… hayvani içgüdülerim dışında hayatıma yön veren o itici güç, kendimi mükemmelleştirmeye olan inancımdı. Ama bu mükemmelleştirmenin içeriği ve amacı neydi, anlatamıyorum. Kendimi zihnen geliştirmeye çalışıyordum – araştırabileceğim her şeyi araştırıp öğreniyordum, hayatın yoluma çıkardığı her şeyi.”
“ İlk başta ahlaki açıdan mükemmelliğe ulaşmak fikri vardı tabi ki. Ama bu kısa süre sonra değil, başka insanların gözünde de daha iyi bir yerde olma isteğine bıraktı. Bu çaba da çok geçmeden başkalarından daha güçlü olma arzusuna dönüştü; başkalarından daha ünlü, daha önemli ve daha varlıklı olma arzusuna.”
Sonra abimizle
belirlediği hedeflerinin bir parçası olan ahlaki açıdan mükemmelliğe ulaşma
amacıyla taşak geçmişler:
“…. Ahlaki bakımdan iyi bir insan olma arzumu her dile getirişimde aşağılanma ve alayla karşılaştım. Ne zaman adi ihtiraslara teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler. Hırs, iktidar düşkünlüğü, aç gözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam bunların hepsi saygı gören şeylerdi. Bu hırslara teslim olarak ben de büyüklerim gibi oldum…”
“Yalan, soygun, her türlü zina, sarhoşluk şiddet, cinayet işlemediğim tek bir suç bile kalmamıştı, ama benim çağdaşlarım beni nispeten ahlaklı bir insan olarak gördüler ve görüyorlar.”
AMK. Vur demişler öldürmüş
aslan abimiz. On sene böyle yaşamış. Uzaktan da olsa biraz bu durumla alakalı
bir söz vardır. Çok değerli, kıymetli bir sözdür: “Seveni sikerler, sikeni
severler.” Tolstoy abimiz vaziyet böyle olunca, sikeni sevdikleri için yazar
çevresi tarafından pohpohlanmış. Daha sonra yeteri kadar üne kavuşmuş. Yıllar
geçmiş yine aradan. Sıkılmış anladığım kadarıyla. Yeni bir hedef oluşturmuş
kendine:
“… şimdi de basitçe kendim ve aiem için mümkün olan en iyi hayat koşullarını oluşturma çabasına bırakmıştı. Benim için tek olan gerçeği, yani insanı kendisi ve ailesi için en iyi imkanları sağlamak amacıyla yaşaması gerekliliğini öğreteceğim.”
Aile kurmak ve bağlı
kalmak çok fazla düşünmeye vakit ayırmayanlar ya da ayırıp da delirmenin
eşiğine gelenler için mükemmel bir uğraştır.
Tolstoy abimizin
hayatında ve düşün dünyasında dananın kuyruğu artık kopmaya başlamış. Çok
tanınan ünlü bir yazar, maddi durumu iyi, ailesi yerli yerinde… Mükemmel
gidiyor her şey. Noldu amk noldu, diyeceksiniz.
Bir şey mi battı? Söyleyeyim ne olduğunu, bu herifin kafasını bir soru durmadan
rahatsız ediyor. NEDEN?
“Haydi bakalım, Gogol’dan ya da Puşkin’den ya da Shakespeare’den ya da Moliere’den ya da dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacaksın! Olacaksın da ne olacak? Ve bu sorulara hiçbir şekilde cevap bulamıyordum.”
“Hakikat hayatın anlamsız olduğuydu. Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, yürüyeceğim kadar yol yürümüştüm de bir uçurumun kenarına gelmiştim, önümde yok oluştan başka hiçbir şeyin olmadığını apaçık şekilde görebiliyordum.”
Lev abimizin kafasını
siken durum: İyi hoş da sonunda olacak? Sonunda ne olacak? Yok oluştan başka
hiçbir şey gözükmüyor ufukta!
Bir insanın sonsuzlukla
yüzleşmesi çok zor bir durumdur. Özellikle inançsız bir insanın bununla
yüzleşmesi çok ama çok büyük bir meseledir. Hayati bir meseledir. Dönüm
noktasıdır. Sonsuzlukla yüzleşen bir insan bir daha eskisi gibi olamaz. Bunu
bütün samimiyetimle söylüyorum.
“Beni var eden ‘birisinin’ varlığını kabul etmiyor olsam da bu açığa vuruş – birisinin beni bu dünyaya koyarak bana kötü ve aptalca bir şaka yapmış oluşu – bana tam da en doğal gelen ifade şekliydi.”
İnsanın neden dünyada
olduğunun sebebini düşünürken ulaşacağı sonuçlardan birisi elbette bunun bir
şaka olma ihtimalidir. Ama şaka maka yok, işte bu noktadan sonra işler boka
sarabilir.
Tolstoy gayet güzel bir
soru soruyor. Oynat Uğurcum:
“Bugün ya da yarın hastalık ya da Ölüm, sevdiklerime ya da bana uğrayacak (ki bu çoktan olmuştu) ve bizlerden geriye leş kokusundan ve kurtlardan başka bir şey kalmayacaktı. Er ya da geç yaptığım işler, her neyseler, unutulacak ve ben var olmuyor olacağım. O halde daha fazla çabalamak niye? İnsan bu gerçeği nasıl olur da görmez? Nasıl yaşamaya devam eder?”
Yaşadığın süre
içerisinde yaptığın bütün çalışmalar ve çabalar elbet bir gün yok olacak. Sen
de yok olacaksın. Peki öyleyse yaşamaya devam etmek niye?
Bu insanın sonsuz olma,
yok olmama, devam etme ve yaşama olan bağlılığının bir yansıması olan sorudur. Hakikaten
çok doğru. Çok acı bir gerçek, yok olup gideceğimiz. Çabaladığın, uğraştığın,
uğruna ızdırap çektiğin her şey bir gün yok olacak.
“Benim sorduğum soru –ki beni elli yaşında intiharın eşiğine getirmişti- sorulabilecek en basit soruydu ve budala bir çocuktan tutun da bilgeler bilgesi bir yaşlıya kadar herkesin ruhunda yatan şeydi. Bu, insanın cevabını bulamazsa yaşayamayacağı türden bir soruydu ve ben bunu tecrübelerimle öğrenmiştim. Soru şuydu: ‘Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?’ ”
Aslan abim tam burada
bir yazı paylaşıyor facebooktaki ibretlik hikâyeler sayfasından. Bağlanalım:
"Bir düzlükte karşısına öfkeli bir hayvan çıkan bir yolcuya dair nicedir anlatılan bir Doğu meseli vardır. Hayvandan kaçan adam kurumuş bir kuyunun içine girer, ama aşağı baktığında kuyunun dibinde ağzını açmış kendisini yutmaya hazırlanan bir ejderha görür. Talihsiz adam öfkeli hayvan tarafından öldürülmek korkusuyla ne kuyudan dışarı çıkabildiğinden, ne de ejderha tarafından yenilme korkusu nedeniyle kuyunun dibine inebildiğinden,kuyunun içindeki bir çatlaktaki bir dalı yakalar ve ona tutunur. Ellerinde gitgide güç kalmamakta, az sonra kendisini yukarıda ve aşağıda bekleyen ölüme boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmekte, ama gene de dala sıkı sıkıya tutunmaya devam etmektedir. Derken iki fare görür. Bir siyah bir de beyaz fare. Fareler sürekli onun tutunduğu dalın üzerinde gezinmekte ve dalı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak ve adam da ejderhanın ağzının içine düşecektir. Yolcu bunu görür ve ölümden kurtuluş olmadığını anlar. Dala tutunmaya devam etmekte, ama aynı zamanda etrafına da bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bal damlalarına diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar."
Hikâyeyi okuduk. Tolstoy'un kitapta geçen yorumlarına göre
hikâyede kullanılan metaforların taşıdıkları anlamları şu şekilde
sıralayabilirim:
Kuyu; atıldığımız dünya.
Dal; hayatımız.
Öfkeli hayvan ve
ejderha; kaçınılmaz ölüm.
Siyah ve beyaz
fare; gece ve gündüz.. Yani işleyen
zaman..
Bal; Yaşamımız içerisinde bize zevk veren, bizi avutan ve
tutunduğumuz dalı tutunabilir kılan her şey.
Bu sembollerin taşıdıkları anlamlar ışığında hayatın
gerçekliği ve bizim kafamızdaki gerçeklik farklı yönlerde ilerleyebilir. Ama
hepimizin merak ettiği asıl soru şu: “Hayatımın,
beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?”
Sorunun cevabı olabilecek bazı seçenekler, göz karanlığa
alıştığında ortaya çıkan yıldızlar gibi belirmeye başlıyor, Lev abi de şöyle
sıralıyor yolları:
1.
Yollardan ilki
cehalet. Bu, yaşamın kötülük ve saçmalıktan ibaret olduğunu bilmemek ve
anlamaktan oluşur. Ama biz bunu bilmemezlikten gelemeyiz diyor. Doğrudur.
2.
İkincisine Epikürcülük
diyor. Bu yaşam çaresizliği bilindiği halde insanın sahip olduğu olanaklardan
en iyi şekilde yararlanarak ejderhaya ve farelere gözünü kapaması ve balı en
iyi şekilde yalamasıdır. Özellikle de uzanabileceği yerde bal çoksa. Yalnız
şöyle uyarıyor onları: bugün ya da yarın, bütün zevkleri yok edecek olan
hastalığın, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığını unutmuşsunuz! Onları hayal
güçleri kıt olmakla suçluyor.
3.
Bu yol insanın hayatın
kötü ve saçma olduğunu anlamasıyla birlikte onu yok etmesi demektir. Olağan
dışı bir şekilde güçlü ve tutarlı olan insanlar böyle hareket ederler. Ölmenin
yaşamaktan daha iyi olduğunu ve hiç var olmamanın en iyisi olduğunu anlayan
insanlar gereği neyse onu yapar ve derhal bu aptal şaka bir son verir diyor
abimiz.
4.
Bu yol zayıfların
seçtiği yol. Hakikati görmek ama yaşamdan bir şey çıkmayacağını önceden bile
bile gene de hayata sarılmaktı bu yol. (Bu yol üçüncü seçeneğe götü yememek
demektir bence) Lev abimiz de bu yolun yolcusuymuş.
“…. Yaşamın bize oynanan kötü bir şaka olduğunu bildiği hâlde yaşamaya; yıkanmaya, giyinmeye, yemek yemeye, konuşmaya ve hatta kitap yazmaya devam etmekti. Bu durum tiksindirici ve ıstırap verici geliyordu. Ama bu konumda kalmaya devam ettim.”
Ey Lev
efendi. Maalesef yaşamın mantıksız olduğunu, sonsuzluk içinde hiçbir anlamın
barınamayacağını düşünerek hayata gene de sarılma yolunu seçerek elbette
intihar etme cesaretini bulamadığını, götünün yemediğini görüyoruz. Çok açıkça
itiraf etmesen de bu anlaşılıyor(Zayıfların seçtiği yol ifadesinden). Ama aynı
zamanda düşünen bir insan olduğun için için içini yiyor( ne güzel oldu lan için
için için amk) bu nedenle yaşamının bundan sonraki dönemi maalesef bütün bu
saydığın seçenekteki insanlardan daha boktan bir yola sapmana neden oluyor.
Üzgünüm.
Abicim
zorla hayata bir anlam bulmak için sorusunu çeşitli mecralara iletiyor.
Bilimin kapısını çalıyor:
“+Hayatın anlamı nedir?
–Böyle bir anlam yoktur.
+Yaşamımdan ne çıkacak?
– Hiçbir şey.
+Var olan her şey niçin var ve ben niçin varım?
– Çünkü var.”
Felsefenin kapısını çalıyor:
“+Ben kimim ve evren nedir?
– Her şey ve hiçbir şey.
+Niçin?
– Bilmiyorum!”
İkisi de
tekme tokat kovalıyor abimizi. Lev abi artık çıldırmak üzeredir. Çaresizdir.
Anlamsızlığı biliyor, ızdırap içinde ama yaşamına bir türlü son veremiyor. İlla
yaşamaya devam edebilmesi için mantığa uygun bir cevaba ihtiyacı var. Ölmek istemiyor
amk. Yaşamak istiyor ama cevap da almak istiyor. Çok sıkıntılı bir durum.
Aslında biraz da inatçılık. Kendi kendine çelme takma gibi bir şey. İşte o
yüzden ölümden kaçış başlıyor:
“Öyle ki, yaşamın anlamını ararken bir kere bile şu soru aklıma gelmemişti: “Peki, yeryüzünde bugüne kadar yaşamış ve hâlâ da yaşamakta olan milyarlarca sıradan insanın hayatlarının anlamı nedir ve de ne olagelmiştir?”
Cevabı da
çok çok temiz buluyor:
“Bu akıldışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey. Bu, Tanrıdır; altı günde yaradılış, şeytanlar ve melekler ve diğerleri. Aklımı yitirmedikçe kabul edemeyeceğim şeyler.”
Tolstoy
inanılmaz gitgeller yaşadı bu süreçte. Tutunacak başka dalı yoktu. Maalesef
öyle. Devam babacım devam:
“İnanç hâlâ bana eskiden olduğu kadar akıl dışı geliyordu, ama sadece inancın insanlığın var oluş sorusuna yanıt verdiğini ve bunun sonucu olarak da yaşamayı mümkün kıldığını kabul etmekten başka çarem de yoktu. Bu inanç ne olursa olsun, hangi yanıtları verirse versin ve bu yanıtları kime verirse versin, verdiği her bir yanıt insanoğlunun fani varlığına acıların, yoksunlukların ve ölümün ortadan kaldıramayacağı sonsuz bir anlam katmakta. Bu, ancak yaşamın anlamını ve olanağını inançta bulabileceğiz demektir.”
“KİMİM BEN? –SONSUZUN BİR PARÇASI”
Sonunda
aradığı cevabı buldu. PÜH AQ. Tolstoy
inancın verdiği yanıtla tatmin olmuştu olmasına ama bir dine tabi olmaya karar
vermişti aynı zamanda. Araştırdı benim paşam; İslamı, Hıristiyanlığı ve
mezhepleri, Budizmi vs. sonra Rus köylülerine yöneldi ve onların saf
hayatlarını görerek Hıristiyanlığı kabul etti. Ama bir sorun vardı, ibadetler
onun için saçma geliyordu, günah çıkarmaya papazın yanına gittiğinde
garipsemişti, tanrıyı zihninde canlandırmaya çalışıyordu, onların da anlamını
aramaya çalışıyordu.
BAŞLIYOR BOMBARDIMAN:
“O var, dedim kendi kendime. Bu gerçeği bir anlığına kabul etmemle birlikte derhal yükselen var oluşu ve var oluşun olanaklarıyla mutluluğu içimde hissettim. Yaşamak için Tanrı’nı varlığının farkında olmaya ihtiyaç duyuyordum. Onu unutmaya, ya da onu inkar etmeye göreyim; ölüyordum.”
“Benim için o dönem yaşamak için inanmam o kadar gerekliydi ki ilahiyatın çelişkilerini ve belirsizliklerini kendi kendimden bilinçsiz bir şekilde gizliyordum.”“Ne var ki, sunak kapılarına yaklaşıp da rahip benden zorla yutmak üzere olduğum şeyin gerçek et ve kan olduğuna inandığımı söylememi isteyince, yüreğimde bir acı hissettim.” “İnanca gerçekten de gelmiştim, çünkü inancın haricinde hiçbir şey, yok oluşun dışında kesinlikle hiçbir şey bulamamıştım. Bu yüzden bu inancı kaldırıp bir kenara atmam imkansızdı ve ben de bu inanca teslim oldum… Tanrıya karşı içimde hiçbir öfke uyanmaksızın inanma isteğiyle o eti ve kanı yuttum.”
Müthiş itiraflar. Müthiş, müthiş. Adamsın lan Lev abim, aslan abim. Yazık lan sana. Üzülüyorum sana. Gerçekten bütün kalbimle üzülüyorum ama anlıyorum da seni. Denize düşen yılana sarılır.
Bu uzun
itiraflar ve serüvenler dizisinin sonunda Lev abimiz kendine aradığı cevabı
verebilen tek şey olan inanca geri döndü. Herkes hayatını anlamlandırmak için
çeşitli yollar arar. Elbette. Tolstoy öyle zannediyorum ki her şeyin farkında
olup, yaşama arzusunun önüne geçip intihar edemedikten sonra “sonsuzluk”
sorununa tek cevap verebilen inanca geri dönüyor. Kendi seçimiyle. Hayal edin
kardeşim; yediğin ekmek isanın eti, içtiğin şarap isanın kanı. Buna ciddi ciddi
inanmanı bekliyorlar ve sen de çaresizlikten kabul ediyorsun. Aynı şekilde
çaresizlikten namaz da kılıyor olabilirsin. Ne acı bir durum.
Ben ne mi
düşünüyorum? Sonsuzluk büyük bir sorun. İnsan kendini o kadar önemli zannediyor
ki sonsuzluğa kalması gerektiğini düşünüyor. Yaptıkları şeylerin boşa
gitmeyeceğini temenni ediyor. Kötülüklerin cezalandırılmasını, iyiliklerin
ödüllendirilmesini istiyor. Bir eser bırakıp sonsuza kadar ondan
bahsedileceğini zannediyor. Eğer her şey bir gün kaybolacaksa bunda bir anlam
olamayacağını düşünüyor. İnsan kaybetmeyi göze alamıyor. İnsan bencil. Sonsuza
kadar var olmak istiyor. Maalesef yargıç kararını verdi. Hiçbir şey istediğiniz
gibi olmayacak. Sonsuza kadar var olmayacaksınız, İlahi bir güç adaleti asla sağlamayacak. Yaptıklarınız yanınıza kâr kalacak üzgünüm. Evet. Tamam, tamam.
Elimizdekilere bir bakalım:
Yaşadığımız,
hissettiğimiz anın bir saniye sonrasının bile garanti olmadığı, ihtimaller
okyanusuna dökülen küçücük bir ırmak hayatımız.
Ben de önceden hayatın anlamsızlığı nedeniyle intiharı çokça düşündüm.
Ama aynı Lev abim gibi buna götüm yemedi. Yaşamak istedim. Ne kadar saçma
olursa olsun, ne kadar ben öldükten sonra bu yaşadıklarımın hiçbir anlamı
kalmayacak olursa olsun; yazdığım kitaplar, yazılar unutulacak olursa olsun… Arkadaşlarımın,
ailemin, eşimin, kızımın bir anda benim zihnimden yok olup gidecekleri, benim
de onların zihninden yok olup gideceğim(onu bırak zihnin kendisi zaten yok olup
gidecek) gerçeği kafamı kemirse de yapamam.
O yüzden
ben de bu korkaklığım ve tutarsızlığıma mantık bulmaya çalıştım (Lev abim gibi
yapmadım tabi) :
Sonsuz
olmadığımı öncelikle kabul ettim. Her şeyin bir gün yok olacağını kabul ettim.
Ben öldükten sonra hiçbir şey hatırlamayacağımı kabul ettim. Öldükten sonra
insanların beni nasıl anacaklarını bilemeyeceğimi kabul ettim. Kısacası
yaptığım ve yapacağım her şeyin ölümümle birlikte bir hiç olacağını kabul
ettim. Bir kez bu hayata gelip belirsiz bir süre yaşayıp gidecektim. Bu kadar.
Haksızlıklar, ızdırap, hastalıklar, acı, yoksulluk vb. olumsuzluklarla
karşılaşma ihtimali bulunan hayatı yaşayıp gidecektim.
Böylece
elimde tek bir şey kalmış oldu:
Yaşamım. Geleceği ve uzunluğu belli olmayan, acıya ve ızdıraba
gebe, beynimi kemiren düşüncelerle işkenceye maruz kalmama sebep olan yaşamım.
Yaşam da herkesin malumu geçmiş, şimdi ve gelecekten oluşuyor.
Gelecek
belirsiz ve riskli olduğu için geleceği ve sonsuzluğu büyük ölçüde düşünmeme
kararı almalıyım. Çünkü geleceğin ve sonsuzluğun akıl sikiciliğine ve zulmüne
ayırdığım zaman yüzünden şu anı tam olarak ŞU ANI kaybediyordum. Bu görmezden
gelme veya hayal gücünün zayıflığı değil, ihtimallerin bilinmezliğinden
kaynaklanan bekleme durumudur benim için. Ya da tam tersi geçmişte yaptıklarım
yüzünden yaşadığım pişmanlıklar ve hatıralar yüzünden ŞU ANI yine
kötüleştiriyordum. An içinde yaptığım her şey o an için yaptığım en doğru şeydi
ve öyle olması gerekiyordu. Geçmiş anların kararları hakkında şimdi düşünmek,
pişmanlıklar denizinde boğulmak vakit kaybından başka bir şey olmayacaktır. Ve
Öyleyse geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin belirsiz türlü kötülük ihtimalleri ve
sonsuz olma arzusunu beynimden atmalıyım.
Öyleyse
elde avuçta kalan tek şey “yaşadığım an, şimdi” oldu.
Anlatabildim
mi? Hani Carpe Diem var ya. Anı yaşa. Biliyorum çok romantik ve klişe. Ama
düşününce çok mantıklı gelecek. Yaşadığım andan başka bir şey yok. Yaşanacak
anların güzelliği, geçmiş kötü anlar ve gelecek kötü anların askıya alınmasıyla
ancak tadına varılabilir.
+ Neden
buradayım?
–
Bir şekilde buraya
geldin. Bunun nedenini hiçbir şey açıklayamaz ve hiçbir açıklamanın doğruluğu
ispatlanamaz.
+ Durum
buysa neden yaşamalıyım?
-
Herhangi bir şekilde
geldiğin bu yaşamda yaşamak zorunda değilsin. Eğer bir şekilde yaşamaya karar
verdiysen sonsuzlukla birlikte sonsuz olma fikrini, tanrıdan adalet, cennet ve
cehennem fikirlerini kafandan at. Yaşadığın her anda mutlu olabilmek, iyi
hissedebilmek, haz alabilmek için yaşamalısın. Çünkü geçmiş ve gelecek
kaybolacak. Tabi bunların tam tersi de olabilir. O zaman bir zahmet tetiği çek
ya da acı çek amk.
+ Bütün
bunların bir anlamı olacak mı?
-
Bütün bunların bir
anlamı eğer sonsuza kalmak istiyorsan elbette olmayacak. Ama sonsuza
kalmayacağını kabul edersen sadece yaşadıklarınla kalacaksın. Yaşadığın anın
hazzıyla mutlu olacaksın. Başardıklarınla sevineceksin ya da başkalarını
sevindirdiğinle sevineceksin. Ya da acı çekeceksin, kendini paralayacaksın, ya
da dümdüz bir hayat yaşayacaksın. Her neyse. Yani sadece yaşadığınla
kalacaksın. O yüzden iyi hissetmeye bak. Anlam bu işte.
Bu yazıyı
yazarken, saat şu an 03:11… iki dakika önce küçücük kızım uyandı, karnı
acıkmış, sağa sola ağzını kaydırıyor ve onu kucağıma aldım yumuşacık
yanaklarını öptüm. Öyle bir duygu ki. Bu mutluluğun son noktası işte. Sanırım
öyle. O anı tekrar tekrar yaşamak şimdi yapabileceğim en iyi şey. Ve buralarda
bu yazılarda içimi dökmek benim anlamım işte. Anlamdan sayarsan. Yersen. Yemezsen de yeme.
Teşekkürler
Lev bey.
Комментарии
Отправить комментарий