Güvercin: Herkesten uzak yeni bir yaşam, yalnızlık ve alışkanlık


Benim için başarılı yapıtlar, içimde herhangi bir duyguyu bütün yoğunluğuyla hissettirebilen ya da kafama yeni bir fikir sokabilen yapıtlardır. Bir kurmacanın insanın kimyasıyla oyun hamuru misali oynaması hayranlık uyandıracak derecede büyük bir başarıdır. Bunu yapabilen yazarlar da baş tacıdır. Patrick Süskind’in Güvercin isimli öyküsü de bu başarılı yaptılar tanımıma en uygun eserlerden birisi. Kapakta bir kurlık tatlı tatlı bakıyor. Cici kızlar sıcak çikolatayla kitabın fotoğrafını çekiyor, gülücükler saçıyor… Hayır, öyle değil işte… O güvercin nelere kadir, ah bir bilsen.

Yalnızlığın ve alışkanlığın kitabı Güvercin. Ufacık bir olağan dışılığın alışkanlık denilen bataklığı alt üst etmesinin mürekkebe kusursuz aktarımı. Bir maddeye bağımlı olursun ve her kullanımdan sonra dozu yükseltmen gerekir. Doz yükseldikçe daha çok saplanırsın dibe doğru. Kısa süreli bir yoksunluk bile seni çileden çıkartır. İşte alışkanlık da böyle bir şeydir. Alışkanlıkların, rutinin dışına çıktığında deliye dönersin. Otuz sene boyunca istisnasız her gün birbirinin tekrarı dakikaları yaşayan, huzuru insanlardan uzak durarak bulabileceğini düşünen ve yalnızca kendisinin soluk alacağı bir barınağa ihtiyacı olan garip bir adamın, Jonathan Noel’in rahatsız edici öyküsü.

“Jonathan Noel bütün bu olup bitenlerden, insanlara güvenilmeyeceği, huzur içinde yaşayabilmenin ancak onları kendinden uzak tutmakla olabileceği sonucunu çıkardı.”

“Aradığı şey rahat değil, yalnız ve yalnız kendisinin olan, onu hayatın hoş olmayan sürprizlerinden koruyan ve içinden bir daha kimsenin kovamayacağı, güvenli bir barınaktı.”

Binanın koridoruna konuşlanıp yeşil yeşil pisleyen bir güvercin çıkıverdi karşısına bir gün. Bu, hayatın hoş olmayan sürprizlerinden biri oldu onun için. Düşünsene, bir insan düşün, karşısına çıkan küçücük bir güvercinle bütün hayatı mahvoluyor ve bu güvercinin yaptığı tek şey sadece ve sadece orada bulunmak. Başka hiçbir şey değil. Yalnızlığa, her türlü canlı varlığa uzak kalmaya bu denli alışmış bir insanın yaşayacağı bunalımın nadide göstergesi.

“Ama yalnız onların değil! Hayır, yalnız garson olacak o burnu sümüklülerin değil, müşterilerin kıçı da tekmelense gerekti, şu avanak turistlerin, oraya yazlık bluzları ve hasır şapkaları ve güneş gözlükleriyle yayılıp, başkaları alınlarının teriyle, ayakta dikilerek çalışırken, kazığın da kazığı serinletici içeceklerini gövdeye indiren güruhun da. Şoförlerin de. İşte! Pis pis kokan o teneke yığınlarında oturup havayı kirleten, Tanrı’nın günü Serves Sokağı boyunca vın aşağı vın yukarı gidip gelmekten başka işleri olmaya o iğrenç gürültücülerin de. Zaten yeterince pis kokmuyor mu ortalık? Yetmiyor mu gökten inen cehennem sıcağı? Bir de siz solunacak haldeki son havayı motorlarınıza çekip, yakıp, zehirle isle, ateş gibi sıcak dumanla karıştırıp namuslu yurttaşların burnuna püskürtmeseniz olmaz mı? Sizi gidi pis herifler! Sizi gidi haydutlar! Ortadan kaldırmalı sizleri! Evet! Kamçılamalı, yok etmeli! Kurşuna dizmeli! Her birini teker teker ve de topunu birden! Ah! Canı öyle isterdi ki tabancasını çekip herhangi bir yere ateş etmeyi, doğruca kahvenin içine, vitrin camının ortasından, şangır şungur, araba kalabalığının içine ya da karşıdaki dev gibi yapıların, o çirkin, yüksek, yıldırıcı yapıların orta yerine ya da havaya, yukarı, gökyüzüne, evet, o korkunç ağır, puslu, güvercin gri-mavisi göğün içine, patlayıp dağılan, kurşun gibi ağır o kılıf yırtılsın, bu atışla çöksün, yıkılsın, her şeyi altına alıp ezsin diye, her şeyi, her şeyi, bütün bu iğrenç, müziç, gürültülü, pis kokulu dünyayı: Öyle evrensel, öyle titansı bir nefretti Jonathan Noel’in nefreti, dünyayı yerle bir edebilirdi pantolonundaki bir delik yüzünden.”

Noel’in nefret kusuşu bana 25th Hour filminde Edward Norton’un ayna karşısındaki muazzam sahnesini hatırlattı.



Pantolonunda bir delik açıldı Jonathan Noel’in. Öfkesi o kadar fazlaydı ki. Üstelik odasının bulunduğu koridora bir güvercin girmişken, bütün dertler onu bulur gibi bir de pantolonu yırtılmıştı. Bu art arda gelen iki bela ona ne düşündürdü biliyor musunuz? Ölümü.

“Yarın öldüreceğim kendimi” dedi.

Otuz sene boyunca her gününü aynı şekilde geçiren birisi iki önemsiz ama alışılmışın dışında yaşanan olay yüzünden intihara sürükleniyor. Hiçbir şeyi uç noktada yaşamamak gerek sanırım.

Bazen insanların hepsinden aynı anda nefret edip yapayalnız kalma arzusunu çoğumuz yaşamışızdır. Ya gerçekten her şeyi bırakıp gitsek, kimsenin bizi tanımadığı bir kasabada yeni bir hayata başlasak, bir iş edinip işten eve evden işe sürekli aynı hat üzerinde tepinsek, yeni insanlarla tanışmayıp mecburi merhabalaşmalar dışında herhangi bir insan kırıntısıyla özel bir iletişimimiz olmasa… Ne olurdu? Ne olurdu? Güzel mi olurdu? Yalnızlık mı ihtiyacımız olan? Çok ince düşünürsek en sevdiğimiz insandan bile nefret edebileceğimiz kuruntular bulabiliriz. Öyle değil mi?  Terk edip gitsek ya her şeyi. Diğerleri olmadan, konuşmadan, sevmeden, sevilmeden yaşayamaz mıyız? 

Noel şöyle diyor:

“Niçin gelmiyorlar? Niçin beni kurtarmıyorlar? Niçin bu ölü sessizliği? Nerede öbür insanlar? Tanrım, nerede öbür insanlar acaba? Yaşayamam ki ben öbür insanlar olmadan!”

Комментарии

Популярные сообщения из этого блога

аффикс -ken в турецком языке

Pedofili ve 4 Film

Выпадение узких гласных на турецком